Stendhal: Kızıl ve Kara

İnsan çağını yaratır. Çağı insanı… Stendhal, “Artık ölçülü olmak para etmiyor. Bu yüzyıl her şeyi altüst edecek, yıkacak. Öyle bir keşmekeşe gidiyoruz ki!” derken çağının tanığı bir yazar olduğunun bilincindedir. Gerçekten de yaşadığı zamanın ruhu onun kalemine satır satır yansımıştı. Romanlarında yarattığı karakterlerin en büyük derdi, sık sık yakındıkları “iç sıkıntısı”dır. Stendhal iç sıkıntısını herkese bulaşan bir mikrop olarak tasvir eder. Bu tasvir, modernizmin bireylerde yarattığı ruhsal çöküntülerin bir ön belirtisi olarak da okunabilir. Marx’ın yabancılaşması, Sartre’ın bulantısı veya Kafka’daki kuşatılmışlık hissi hep bu iç sıkıntısının uzantılarıdır aslında.  

Kırmızı ve Siyah Restorasyon Fransa’sını anlatır. Napolyon’un Waterloo’da yenilmesinden sonra başlayıp 1830’lara kadar uzanan dönemdir üzerinde durulan. O yılların temel özelliği Fransız Devrimi’nin kazanımlarının (tabi bazıları için tahribatlarının demek daha doğru olur) ortadan kaldırılmasıdır. Kral tahtına yeniden oturmuş, aristokrasi tekrar eski gücüne kavuşmuştur. Din adamlarıysa toplumun en çok saygı gösterdiği insanlardır artık. Devrimin özgürlük, eşitlik, kardeşlik şiarı hiç söylenmemişçesine yok edilmiştir. Cumhuriyet duyulmak istenilmeyen bir kelime haline gelmiştir.

Toplumsal çalkantılar ve değişen güç dengeleri Kırmızı ve Siyah’ın kahramanı Julien Sorel’in de yaşamını etkilemiştir. Bir kerestecinin oğlu olan Julien’in tek derdi içinde yaşadığı toplumda kendisine saygın bir yer edinebilmektir. Onun yükselme takıntısı postmodern toplumun kariyer budalalığıyla bile yarışacak cinstendir. Aslında dünyaya biraz geç geldiğini düşünür. 15 yıl önce doğsaydı, Napolyon’un ordusunda kendine fiyakalı bir yer bulacağına emindir. Ne güzel, “35 yaşına gelmeden ya ölürdüm ya da general olurdum” der. Kendisini kırmızı üniformayla düşler hep. Ama o daha 20 yaşındadır ve Bonapart Fransa’sında değil Restorasyon döneminde yaşamaktadır. Julien, yükselmenin en kısa yolunun papaz cüppesi giymekten geçtiğini bilir. Gönülsüzce kara üniformayı tercih eder. Napolyon’un anılarını, Rousseau’un itiraflarını okumaktan zevk alan, Voltaire buldu mu gizli gizli hatmeden Julien kendisini İncil’e verir. Voltaire göre doğa vergisi İncil’e göre Tanrı hediyesi yeteneği sayesinde koca kitabı ezberler. Hem de Latince olarak. Gerçi Julien Latince bilmemektedir. Mesala bir Latin şairinin şiirini okuyamaz. Onun işi sadece İncil’ledir. Restorasyon döneminde İncil’i Latince ezbere bilmek tarif edilemez bir etikettir. Dönemin en önemli entelektüel bilgisiyle donanmış olan Julien, o yörenin en saygın ailesinin yanında işe girer ve belediye başkanının malikanesine taşınır. Görevi evin küçük çocuklarına İncil öğretmektir.   
 
Aşk ve Statü
   
Julien çok geçmeden kendini evin hanımı Madam de Renal ile tehlikeli bir yakınlaşmanın içinde bulur. Bu aşk için cesareti yoktur aslında. Her şeyden önce ait olduğu sınıfın soylu bir kadınla ilişkiye girme hakkı yoktur. Julien, “soysuz soyu” nedeniyle aşağılanmayı içselleştirmiştir. Bu nedenle budalaca bir gururu vardır. Küçümseyici bir bakış yüzünden karşısındaki adamı hiç düşünmeden düelloya davet edebilir. Madam ise aşk denen duyguyu bilmemektedir. Yaşadığı heyecanın ne olduğu hakkında hiçbir fikri yoktur. Küçük yaşta kocasıyla evlendirilmiş, ona çocuklar doğurmuş ve şimdi 30 yaşındayken artık hayattan elini eteğini çekmeye hazırlanan bir kadındır. Ayrıca yıllardır kocasıyla ayrı yatak odalarında yatmaya alışmıştır. Belki de bu nedenle kendisini köylü bir gence teslim etmekten haz duyar. Roman boyunca Madam de Renal’in ikilemine şahit oluruz. Madam bezen kocasının yan odada uyuduğuna aldırmadan sevgilisini yatağına alır. Tam yakalanacakken gün görmüş kadınlara taş çıkartacak dalavereler çevirip kendisini temize çıkartmayı başarır. Bazen de yaptığına bin pişman olur. Günahların en büyüğünü işlediğini düşünür. Suçunun bilincinde bir kadın olarak kendisini ibadete verir. Çocuklarından biri hastalandığında bu felaketin sebebi olarak işlediği günahları görür. Tanrının kendisini bu yolla cezalandırdığına inanmıştır. Aslında Madam de Renal, Hıristiyan Avrupa kültürünün ürettiği beden/ruh ikileminin pençesine düşmüş sıradan bir kadındır. Gönülden inandığı dine göre beden hazzı arzular ve bu nedenle ruh günaha batar. Yapılması gereken ruhu günahlarından arındırmaktır…   

Sınıf ne demektir?
Kırmızı ve Siyah bu soruyu en iyi yanıtlayan romanlardan biridir. 19. yüzyıldaki sınıf olgusu günümüz toplumunda hissedilen zengin fakir ayrımından çok daha derin bir gerçekliktir. Duruşla, sözle veya hafif bir gülümsemeyle bile hissedilebilen bir farktır. Dolayısıyla bu fark yaşamın her anında kendisini belli eder. Örneğin kıyafet, dönemin en belirgin statü göstergesidir. Kişinin ne olduğu, sadece üzerine bakarak anlaşılabilir. Mösyö de Renal, Julien’e iş elbisesi olarak birkaç çift siyah takım yaptırtır. Ama karısına, “Eğer bu çocuğu beğenmeyip kovarsak öbür ay elbiseleri geri alırız” der. O elbiselerin maliyetinin mösyönün bütçesini sarsmadığı apaçık ortadadır. Elbiseleri geri almayı planlamasının nedeni, Julien’in işten kovulduktan sonra ait olduğu sınıfa çabucak geri dönmesini sağlamaktır. (Bu anlamda “kot”a bir teşekkür borçluyuz. Sadece görünüşte de olsa sınıfsal bir eşitlik sağladığı için.)     

Soylular, sınıflarının çıkarına ters gelen her şeye tepkilidirler. Voltaire büyük bir şeytandır onlar için. Jakobenlerden ölesiye nefret ederler. Aslında tiksiniriler devimcilerden. 1789’un bir gün tekrar hortlamasından da korkarlar. Bu yüzden devrime yaşam alanı bırakmayan tüm değerlere sımsıkı sarılmış durumdadırlar. Krala, onun askerlerine, din adamlarına sadıktırlar. Onlara gereken muhafazakar bir dünyadır, bir nevi ahlak çağıdır. Evlerine astıkları tablolarda betimlenen çıplak bedenleri boyayla örtecek kadar da küstahtırlar…     

Julien, Renal konağında daha fazla barınamaz. Mösyö de Renal karısından kuşkulanmaya başlamıştır. Madam’ın köylü çocukla aşk yaşadığı dedikodusu tüm kasabayı sarmıştır. Yanında din eğitimi aldığı hocasının yardımıyla Paris civarındaki yeni evine taşınır Julien. Bu seferki ev sahibi Fransa’nın en gözde soylularındandır. Julien Sorel’in görevi Mösyö La Mole’a özel işlerinde yardımcı olmaktır.

Evin kızı Mathilde ise sosyetesinin gözde gelin adayıdır. Doğal olarak burnu biraz büyüktür. Çok geçmeden Julien ikinci defa yasaklanmış bir aşka yelken açar ve Mathilde’ye sahip olur. Julien elde ettiği kadınlar sayesinde kendisini Tanrı gibi hisseder. Çevresindeki diğer tanrıların mertebesine ulaşmıştır çünkü. Düklerin, kontların peşinde oldukları kadınları bir bir elde etmiştir. Mathilde’nin odasına merdivenle tırmanırken hissettiği aşk değildir. Zirveye ulaşmanın baş döndürücü hazzıdır.   

Julienle beraber olduktan sonra Mathilde de, Madam de Renal gibi pişmanlık duyar. Pişmanlığı yataktaki pozisyonuyla sınıfsal konumu arasındaki çelişki nedeniyledir. Kocası gibi davranan adamın yani efendisinin babasının yanında çalışan biri olması Mathilde’yi ruhsal bir çatışmanın içine düşürür. Ama Mathilde soylu taliplerini düşündükçe, “İnsanı esneten bir aşktan ne hayır gelir. Sofu olup manastıra girmek bile bin kat daha iyi,” diyecek kadar cesurdur. Mathilde aşık oldukça içine düştüğü iç sıkıntısından kurtulduğunu hisseder. Ama Julien, kendisine aşık ettiği iki soylu kadın arasında kalacak ve ezilmekten kurtulamayacaktır..