Paris Günlüğü

7 eylül pazartesi:

Gezilecek görülecek onca yer varken Paris’teki ilk durağımın bir mezarlık olması biraz tuhaf aslında. Edgar Quinet Meydanındaki otelim Montparnasse Mezarlığına bakıyor. Eşyalarımı odaya bıraktığım gibi soluğu mezarlıkta alıyorum. Ana giriş kapısının hemen sağında duruyor aradığım mezar. Gösterişsiz mermerin üzerinde şöyle yazıyor: Jean Paul Sartre 1905-1980 Simone de Beauvoir 1908-1986
Beni derinden etkilemiş iki yazar ve düşünürün yanı başında duruyorum. Aslında Paris’e geliş nedenim şehri keşfetmekle birlikte bu iki ismin izini sürmek. Mezarın üzerine çiçekler, sigaralar, metro biletleri ve notlar bırakılmış. En sık ziyaret edilen mezarlardan olduğu belli. Notlar genelde Fransızca. Ne yazdığını anlayamıyorum. Dear Paul diye başlayan İngilizce yazılmış bir tane bulup okumaya çalışıyorum. El yazısı gittikçe eğilip bükülüyor. Vazgeçiyorum. Hemen oracığa konmuş yeşil banka oturuyorum. Aslında mezarlıklara çiçeklerle ve dualarla gidenlerden değilim. Bu tarz ritüellerin gidenden çok kalanların vicdanları için uydurulduğunu düşünürüm. Çantamdan Simon de Beauvoir’ın Mandarinler romanını çıkartıyorum. Galatasaray’daki bir sahafta bulduğum bu romanı günlerdir okuyorum. Ama son kısmını Paris’e saklamıştım. Oturduğum bankta sayfaları çevirmeye başlıyorum. Yüreğim bir ibadet yapmışçasına ferahlıyor. 

Saint Michel Bulvarından yürüyerek Notre Dame’ın olduğu adaya doğru çıkıyoruz. Tuba Paris’e daha önce de geldiği için hiç kaybolmuyoruz. İlk bakışta Seine Nehri bana pek fazla bir şey söylemiyor. Çamur renginde ince bir su. Boğazın maviliği, enginliği çok daha etkileyici şüphesiz. Ama Seine’nin etrafındaki binalar insanı hemen içine alıyorlar. Görkem her yerde Paris’te. Biraz soluklanmak için Saint Michel’le Seine’in buluştuğu noktadaki Depart Cafe’ye oturuyoruz. Özellikle burayı seçiyorum çünkü Namı Diğer Kaptan Attila İlhan Paris’teki aşkı Maria Missakian ile sık sık bu kafede buluştuğunu anlatır kitaplarında. Maria az ötedeki bir mağazada tezgâhtarlık yapan bir kızdır. Şair ise Paris’e gelmiş büyük yolların haydudu. Her öğlen Maria bu kafeye, onu bekleyen şaire koşarmış. Hesaplar kaptandan olurmuş hep. Bilenler bilir Maria Missakian hikayesi hüzünlü biter. Yozgat kökenli bir Ermeni aileden gelen Maria’yı bürokratik nedenler yüzünden Paris’te bırakmak zorunda kalır Attila İlhan ve onun için özlem kokan meşhur şiirlerinden birini yazar. Çantamdan mp3 çalarımı çıkartıp o şiiri dinliyorum şairin bir zamanlar bu kafede çınlayan sesinden. Tarifsiz bir zamandayım. 

8 eylül salı:

Eylül de hava kararsız burada. Sabah 9 derece olan sıcaklık öğleden sonra 28 dereceye kadar çıkabiliyor. Hal böyle olunca da insan ne giyeceğini şaşırıyor. Dışarıda parmak arası terlik ve kısa kollu tişörtle dolaşan insanlar da var; mont ve atkıya geçmiş olanlarda. Paris sokaklarında yürüyoruz. 19. ve 18. yüzyıllarda yapılmış görkemli binalar kaplamış koca şehri. Avrupa’daki şehirleri burjuvazinin kurduğunu düşünüyorum. Bizdeki güdük burjuvazi Şişli’den Taksim’e oradan da Pera üzerinden Galata’ya inebilmiş sadece. 19. yüzyılda sadece bu bölge kaplanmış modern binalarla. İşte devlet de postaneydi, hastaneydi, okuldu, istasyondu bir iki heybetli bina kondurmuş İstanbul’a hepsi o kadar. Ama Paris’te ilk önce aristokrasi şehri donatmış saraylarla. Tarihsel sırası gelen burjuvazi ise koca bir şehri kendi zevkine göre sil baştan oluşturmuş. Artık bu sermayeyi nereden bulmuş, kimleri sömürmüş orası ayrı bir konu.
Gece Cafe de Flore’a gidiyoruz. Paris’in en ünlü mekanlarından biri Flore. Mekanı bu kadar popüler yapanlar ise Jean Paul Sartre, Simone de Beauvoir, Albert Camus gibi varoluşçu düşünürler. Uzun yıllar boyunca bu kafenin köstebek dersinden yapılmış kırmızı koltuklarında oturup yazmışlar, sohbet etmişler, gülmüşler, kavga etmişler. Şimdilerde Amerikalı turistler kafenin önündeki masalara yığılmışlar. Ben zaten içeride oturmak istediğim için bu işe hiç bozulmuyorum. Bir kafenin ruhu içeride belli olur. Masamıza oturduktan sonra çaktırmadan etrafıma bakınıyorum. Gelenek devam ediyor. Yanlarında getirdikleri küçük defterlere bir şeyler karalayan Fransızlar çoğunlukta içerde. Siyah takım elbise giymiş, papyon takmış gerçek garsonlar çalışıyor Flore’da. Katladıkları kollarına beyaz bir bez bile asmışlar. Dikkat ediyorum müşterilerle el sıkışıyorlar tek tek. Müdavimlerle garsonlar arasında özel bir ilişki var besbelli. Mönüden Chocolate Viannese söylüyorum kendime. Pahalı bir yer. Tok gelmekte fayda var. Söylediğim Viyana usulü sıcak çikolata 8.60 euro. Ama yanında iki saat Flore havası bedava! Bir fincan çikolata beklerken önüme gümüş bir tepsi konuluyor. Büyükçe bir kapta sımsıcak çikolata, bir kadeh içinde krema, bir bardak su, boş bir fincan, gümüş kaşıklar, el yanmasın diye kabın tutma yerine takılacak peçeteler daha neler neler. Bir puzzle gibi duruyorlar önümde. Parçaları nasıl birleştirip içime hazır hale getireceğimi bulmak için epey bir bakınıyorum tepsiye. Çay söylemediğime pişman oluyorum. Neyse ki Tuba yardımcı oluyor bana. Sonuç mükemmel. Gezdiği yerlerde yediğini içtiğini anlatan amaçsız burjuva yazarlara benzemek istemem doğrusu ama Flore’deki Chocolate Viannese bir harika!

Kalkmak gelmiyor içimden. Nazi işgali altındaki Paris’i düşlüyorum. Flore’un ortasında yanan bir soba duruyor. Paris’in ender sıcak yerlerinden biri burası. Simone de Beauvoir kadrolu yazar olarak burada çalışıyor. Sartre o sırada bir Alman esir kampında. En çok istediği Flore’da Simone’un yanında olabilmek. Ama Simone da rahat değil Paris’te. Flore’un kapısı sık sık açılıyor ve Nazi subayları giriyor içeri. Kollarında da Fransız kızlar. Esir olmak çok ağır geliyor özgürlük tutkunlarına. Aklımdan bunları geçirirken gözüm karşı masadaki kadına takılıyor birden. Meşhur biri bu. Az sonra hatırlıyorum, Arielle Dombasle. Bir iki filmini izlemiştim. Pek giyinik oynamaz filmlerinde. 50 küsur yaşında olmalı. Ama söylemesi ayıp hala taş gibi. Yanındaki de kocası mı sevgilisi mi tam bilmiyorum Bernard Henri Levy olmalı. Fransa’nın sol aydınlarından birisi. Bu çift hakkında epey bir haber çıkar bizim gazetelerde de. Adamın yazdığı bir Sartre biyografisini okumuştum birkaç sene önce pek kanım ısınmamıştı doğrusu. Şu liberal-sol denen şizofrenik düşünceden galiba adam. Ama yine de Cafe de Flore’un bana güzel bir sürprizi oluyorlar. Sartre ile Simone’un hayalini görmeyi umarken postmodern çakmalarıyla yetiniyorum!       

9 eylül çarşamba:

Bir Fransız kanalında İstanbul’un halini görüyoruz. Şehri sel almış. İnsanlar çamurlu suların içinde hayata tutunmaya çalışıyorlar. Dün bir iki haber gelmişti İstanbul’daki şiddetli yağış ile ilgili ama böyle bir şeyi beklemiyordum. Onlarca kişi ölmüş. Otelin yakınlarındaki bir internet kafeye gidip bizim gazeteleri okuyorum hemen. Fotoğraflar inanılacak gibi değil. Tatsız bir gün diye düşünüyorum.
Le Marais’te şehrin ıssız sokaklarında geziyoruz. Yahudi mahallesinde başka bir yüzyılda yaşanıyor gibi hayat. Kippa takmış çocuklar, saçlarını lüle lüle uzatmış ve tepeden tırnağa siyahlar giymiş adamlar. Yahudi yemekleri yapan lokantaların, pastanelerin arasına gizlenmiş bir kitapçı buluyorum. Paris fotoğraflarından oluşan kitaplar seçiyorum kendime. Yüz, yüz elli yıl öncesinin Paris’i. Bir sürü fotoğraf kitabı alıyorum. Hepsi de birbirinden ucuz. Ama torba o kadar ağır oluyor ki dükkânda bırakmak zorunda kalıyorum aldıklarımı.
Place des Vosges meydanı Paris’in en şirin mekanı bence. Bir bank bulup oturuyoruz hemen. Çocuk bahçesi gibi etraf. Tuba elindeki kitaptan meydanın tarihçesini okuyor bana. Meydanı çevreleyen evlerin neredeyse 400 yıllık olduğunu öğreniyorum. Biri de Viktor Hugo’ya ait. Müzeye dönüştürülmüş evi ziyaret ediyoruz. Hugo uzun süre yaşamış burada. Tam bir 19. yüzyıl hayranı olmama rağmen oldukça kasvetli buluyorum Hugo’nun evini.  
La Pure Cafe’de soluklanıyoruz. Bu kafeyi Before Sunset filminden hatırlıyorum. Uzun ve sevimli bir sahne vardı burada çekilen. Tam bir Fransız kafesi. Duvarlardaki paralara takılıyor gözüm. Türk liraları da asılı duvarlarda. Before Sunset’in fanatikleri hiç de az değil iyi biliyorum. Ne yemek olsa yiyen biriyim. Ama kafenin içindeki kokuya bir türlü alışamıyor burnum. Kahvelerimizi aceleyle içip kalkıyoruz. İlerdeki Pere Lachaise mezarlığına doğru yürüyoruz. Edith Piaf, Oscar Wilde, Marcel Proust, Balzac, Moliere, Jim Morrison ve daha kimler kimler yatıyor bu mezarlıkta. Bizden de iki isimi unutmamak gerekiyor. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya. O kadar yol yürüdüm ki hiçbir mezarı bulacak mecalim yok. Sadece 1871 yılında Paris komüncülerinin kurşuna dizildiği duvarı görmek istiyorum Pere Lachaise’de. Sırtımı o soğuk duvara yaslayıp dinleniyorum bir süre. Gözlerim kapalı. Yine hayallere dalıyorum. İyisi mi Yahudi mahallesine dönüp kitaplarımı almak

10 eylül perşembe:

Bugün müze günü. Loure ve Orsay’ı dolaşıyoruz. İki müzenin arasında Les Deux Magots’da oturuyoruz. Cafe de Flore’un hemen yanındaki bir başka mekan. Flore ile Magots üvey kardeş gibi biraz. Kahverengi deri koltukları ve ahşap iskemleleriyle Magots’u daha çok seviyorum. Simon de Beauvoir’in en sevdiğim fotoğrafı asılı duvarda. Tam da orada çekilmiş. Hemen o masaya geçip oturuyoruz. Fotoğraf tam arkamda kalıyor. Simone önündeki kâğıtlara kapanmış yazıyor. Masasında porselen çay takımları. Kim bilir beklide Mandarinleri yazıyordur o anda. Hemen ben de Mandarinleri çıkartıp okumaya başlıyorum. İnanılmaz keyif alıyorum bu okuryazarlık ritüeliden. Les Deux Magotus ismini duvarlarında asılı duran iki Çinli tüccar heykelinden alıyor. Benim elimdeki romanın adı da Çince demek. Kitabın yazarı bu masada çalıştığına göre. Aralarındaki bağlantıyı kurcalayıp duruyor aklım.    
Flore ile Magots’un arasında sadece bir dükkan var. La Hune. Ünlü kitapçı beni epeyce hayal kırıklığına uğratıyor. Beyaza boyanmış sunta raflar, gelişi güzel konulmuş kitaplar… Boy sırası ister kitaplar kitaplıkta. Öbür türlüsü gözü yorar. Her yerde şubesi olan Gibert Jeune ise büyüklüğüyle beni daraltıyor. İnsanların ellerindeki market sepetlerini kitaplarla doldurmaları elbet çok güzel ama devasa mağazanın içindeki yürüyen merdivenler ve kalabalık beni alışveriş merkezindeyim hissine sürüklüyorlar. Gözlerim İstiklal’deki Pandora’yı, Mephisto’yu ve Robinson Crusoe’yu arıyor. Ama Seine kıyısına dizilmiş sahaflara diyeceğim yok. Duvara sabitlenmiş büyük demir kutuların içleri ağzına kadar kitap dolu. Burada yaşasaydım kitaplarımı Seine kıyısından alırdım şüphesiz.
Öğleden sonra Conciergerie geziyoruz. Dış görünüşüyle Paris’te beni en çok etkileyen bina bu oluyor. Kulelerinden gözlerimi alamıyorum. Ünlü bir hapishane aslında Conciergerie. İçine girip Maria Antoinette’in hücresini geziyoruz. Ekmek yoksa pasta yesinler sözünün sahibi olarak biliniyor kraliçe. Aslında bu söz anonim. Ama kraliçeye yakıştırılmış. Elbette geçerli nedenlerden ötürü. Maket askerler kraliçenin başucunda nöbet tutuyorlar hala. Üstelik kâğıt oynuyorlar bir ayakları masada. Maria Antoinette’in sonu malum. Giyotin bekliyor onu. Amerikalı turistler üzülüyorlardır kraliçe için. Ama benim jakoben damarım daha ağır basıyor. Halka ve devrimcilere yakın hissediyorum kendimi. Kraliçe için yas tutmaya zamanım yok başka bir dünya istiyorum ben!  

 

 

11 eylül cuma:

Shakespeare and Co Paris’in diğer bir ünlü kitapçısı. Özelliği İngilizce kitaplar satması. Oradan Writers in Paris isimli bir kitap alıyorum. Depart Cafeye gidip hemen okumaya başlıyorum kitabı. Paris’te zaman geçirdikçe Depart’ın önemini daha iyi anlıyorum. Şehrin kalbi tam burası bence. Kitaptan çok güzel bilgiler öğreniyorum. Balzac, Sartre, Camus, Hemingway, Sade, Sand, Zola ve daha birçok yazarın yaşadığı yerleri anlatıyor kitap. Sartre ömrünün son yıllarını Edgar Quinet Meydanına bakan bir apartmanda geçirmiş. Sabah kahvaltılarını da Liberte Cafe’de yaparmış. Otelimin tam karşısında bu kafe. Sartre’ı yaşlı, gözleri görmeyen ve güçlükle yürüyen bir adam olarak hayal etmek ne kadar da zor. O son gerçek filozof ne de olsa. Fikirleri hala dimdik ayakta.   
Rue Bonaparte’a doğru yürüyoruz. Ecole des Beaux Arts bu yolun üzerinde. Fransa’nın en saygın güzel sanatlar akademisi Beaux Arts. Benim için önemi Osman Hamdi Bey’in 1860’ların ortasında bu okulda eğitime başlaması. Okulun anıtsal giriş kapısının önünde durup içeriye bakıyorum. Babası İbrahim Edhem Paşa tarafından hukuk okuması için Paris’e yollanmış Osman Hamdi’nin hukuk fakültesini bırakıp içindeki tutkuya kulak verdiği ve sevinç içinde bu kapıdan içeri girdiği o ilk günü düşünüyorum. Arkamdan geçen arabaların sesini duymamam gerekiyor o anda. Atlı arabaların, kocaman silindir şapkalar takmış takım elbiseli, bastonlu adamların ve fırfır etekleriyle sokakların tozunu alan şemsiyeli kadınların çağına gitmek istiyorum. Osman Hamdi’yi bir görüp çıkacağım sadece! Tabi ki bu hayalim gerçekleşmiyor. Seine kıyısındaki kitapçı tezgâhlarına gidip kendime bir sürü kartpostal alıyorum. Görmek istediğim çağa ait fotoğraflar. Belki onlar bana yardımcı olabilirler.   

 

12 eylül cumartesi:

Bugün otelden çıkasım yok. Kendimi çok yorgun hissediyorum. Battaniyenin altı tek düşlediğim yer. Üşüyorum. Gün içindeki 20 derecelik sıcaklık farkı hasta etti beni. Dayanamayıp akşama doğru çıkıyorum dışarı. Hava ısınmış neyse ki. Montparnasse Bulvarında boş boş dolaşıyoruz. La Rotonde Cafe’nin önünden geçerken durup bir iki poz fotoğraf çekiyorum. Dün aldığım kitaptan öğrendiğime göre Simon de Beauvoir bu binada doğmuş. Tam 101 yıl önce. La Rotonde Cafe de olduğu gibi duruyor bina da. Bizde olsa binanın altındaki dükkan çoktan değişmiş olurdu. Bina yerinde kalır mıydı o da ayrı bir soru. İnternet kafeye gidip Fransa üzerinden yasal olmayan yollarla yayın yapan bir internet sitesinden Galatasaray-Beşiktaş maçını izliyorum. Tuba bir kafede oturup bir şeyler okumayı tercih ediyor doğal olarak. Önümden Paris akarken kulaklarıma Ali Sami Yen’in sesi geliyor. Goller peş peşe üstelik. Yeniyoruz. İzlediğim en keyifli maçlardan biri oluyor bu. Gece Saint Germain Bulvarı tıklım tıklım. Cumartesi hareketliliği yaşanıyor tüm sokaklarda. Kafeler barlar dolu. Saat gece yarısını geçtikten sonra neredeyse herkesin kafası güzel oluyor. Ben de eşlik ediyorum kalabalığa. Otele dönmek için çok geç saate metroya biniyoruz. Ama şehir çok güvenli. Metro her daim kalabalık.   

 

13 eylül pazar:

Arapların işlettikleri ara sokaklardaki bakkallar hariç neredeyse her yer kapalı. Neyse ki Liberte Cafe açık. Omlet, kruasan, reçelli ekmek ve çaydan oluşan klasik kahvaltı mönüsünden getiriyor bize yaşlı garson. Bir zamanlar Sartre’a da hizmet etmiş olmalı bu adam. Otelin tam önündeki pazar yerinde bugün başka bir hareketlilik var. Sebzeler, meyveler, peynirler, etler yerine tablolar, heykeller, takılar geliyor tezgâhlara. Pazar günleri bir çeşit sanat pazarı kuruluyor tam önümüzde. Keyifle dolaşıyoruz. Ama fiyatlar el yakıyor. Dinlenmek için bir kafeye oturuyoruz. Writers in Paris kitabını elimden bırakamıyorum. Keşke Paris’e gelmeden önce okuyabilseydim bu kitabı. Hotel Mistral’in hikâyesi ilgimi çekiyor. Simone de Beauvoir ve Sartre uzun süre bu otelde kalmışlar. Haritadan otelin yerini buluyorum ve hemen oraya gidiyoruz. Otel yerinde midir diye düşünürken Mistral tabelası gözüme çarpıyor. Üstelik giriş kapısına kocaman bir taş levha asmışlar Simone ve Sartre ile ilgili bilgi veren. Klasik bir Paris binası değil otel. Herhalde ucuz olduğu için tercih etmişler burada kalmayı. Simone Mandarinler romanının Goncourt ödülünü kazanmasının ardından eline geçen parayla bir ev satın alabilmiş kendine. Sartre ise annesinin yanında ve otel odalarında yaşamaya devam etmiş. Buna rağmen Nobel edebiyat ödülünü ve onun maddi getirisini reddetmiş.  

Öğlen Seine kıyısına gidiyoruz. Hava kapalı. Ama güneş ara ara zorluyor gri bulutları. Seine’i ilk defa yemyeşil görüyorum. Her bankta, her köşede öpüşen çiftler var. Herkes nehir kıyısına yayılmış. Şarap, peynir ve meyve ağırlıklı bir çeşit piknik yapıyorlar. Canım çekiyor. Biz de şarabımızı çerezimizi alıp nehirle komşu oluyoruz. Hava yavaş yavaş kararırken şarabım bitiyor. Her zamanki gibi Tubanınkine musallat oluyorum. Paris’i ilk defa bu kadar yakından hissediyorum. O anda başka bir şey daha fark ediyorum. Kendi ülkemde hissetmediğim kadar özgürüm burada. Fransız Devrimi’nin “Eşitlik, Kardeşlik, Özgürlük” sloganını her yere yazmışlar. Sokaklarda yatan onlarca evsizi gördükçe eşitliğin lafta kaldığını anlamak zor değil. Fransa’nın uzun yıllar sömürdüğü Cezayir’den gelenler bu ülkede ne kadar kardeşçe karşılanıyor o da aşikâr. Ama özgürlük için söyleyecek laf bulamıyorum. Bu şehir gerçekten de özgür kılıyor insanı. Kim bilir belki de onun için Sartre, “varoluş özden önce gelir,” diye yazabilmiştir.