Son Filozof Sartre

“Varoluş özden önce gelir.”
Tek cümlede özetlenebilen bir felsefe varoluşçuluk. Tek cümlenin içine sığabilen ama 20. yüzyılı doldurup taşıran bir felsefe. Gücünü şu basit tespitten alır: İnsan özüne müdahale edebilen tek canlıdır. Önce varolur, ardından varolduğunu duyumsar sonra kendini yapar, tasarlar, yaratır. Başka bir deyişle varoluş bir oluşumdur, varlaşma çabasıdır. Söz konusu olan tasarı istemekten daha ötedir. Eylemin kendisinden bir yaş küçük kardeşi gibidir o. Günlük hayatımızdaki her seçim bu pratiğe hizmet eder. Böylece eylem varoluşun dışavurumu haline gelir. Özgür bir dışavurum. Çünkü insan seçimlerinde özgürdür. Boş bir tuval karşısında duran ressam kadar bir başınadır. Varoluşçuluk, seçimlerde insan bilincini tek yetkeli kılarak ona sınırsız özgürlük tanır. Ama özgürlüğün kendisi bir seçim değildir. Varoluş özgürdür. Hatta Sartre daha ileri gider ve “insan özgür olmaya mahkum edilmiştir” der. Bu bir yüceltmedir. Özden çok özneyi yüceltme. Öyle ki çıkarım, “insan özüne hükmeder” yargısına kadar varır. Buna göre insan özünü gerçekleştirmez. Varoluş kendi özünü seçer, onu belirler. Kısacası insan kendini yaptığı şeyden başka bir şey değildir. İnsan eylemini denetleyen dahası ona alın yazısı belirleyen bir tanrıya yer yoktur varoluşçulukta. İnsan kendi toplumsal boyutunu yine kendi keşfetmelidir. Metafiziksel bir yönlendirmeye ihtiyacı yoktur.

Ayrıca insan ne olduğundan sorumludur. Kendini ne yaptığından başkası sorumlu olamaz. İnsan seçtiği her eylemin bir telkin yanı olduğunu da bilmelidir. Çünkü kendini tasarladığı hali, yine kendi bilincinde oluşturduğu idealin tasavvurudur. Bu yüzden her seçim ister istemez toplumda bir idealin çoğaltılmasına hizmet eder. Kendine karşı sorumlu olmak aynı zamanda bütün insanlığa karşı aynı hisse bürünmek anlamına gelir. Neden sorumluyuz? Kelimenin gerçek anlamıyla her şeyden. Korkutucu gelebilir ama her şeyden. Dünyanın herhangi bir yerindeki savaştan, saldırı emrini veren bir Başkan kadar sorumlu olmak gerekir. AIDS’in Afrika’da önlenemez bir şekilde yayılmasından, su kaynaklarının azalmasından, salgın halindeki tüketim çılgınlığından, küresel cehaletten, sessizlerden, kabullenenlerden…

Varoluşçulukta sorumluluk, kaldırması zor bir yüke dönüşebilir. Bunu aşmanın tek yolu yine eylemdir. Miskinlik, depresyon veya intihar yanlış yoldur. Hiçlikle burun buruna yaşamak varoluşun düşmanıdır. Nedensizlik, nesneleşmeyi doğurur. Amaçsızlıkta. Yabancılaşma kavrar o zaman insanı. İnsanın kendini yaptığı haliyle, yaşadığı dünya arasında oluşan boşluk açılır. Tüm bunlar hayata karşı duyulan bir bulantı hissine neden olur. Ama varoluşçuluk sürekli çabayı önerir. Bu anlamda varoluşçuluk bir motivasyon teorisidir aslında. Hiçbir zaman geri adım atmayan. Hiçbir mazeret kabul etmeyen.

Sartre’a göre yazmanın amacı, “hiç kimsenin dünyadan habersiz kalmamasını ve bu yüzden kendini suçsuz hissetmemesini sağlamaktır.” Yazar, toplumun bilinçaltına çomak sokar. Onu rahatsız eder. Yazar bu davaya bağlanmalıdır. Bağlanma başlı başına bir eylemdir. Sartre, yazarlarının aydınlatma geleneği taşıdığı bir toplumun üyesidir. 18. yüzyılda Voltaire, 19. yüzyılda Hugo, 20 yüzyılda ise Sartre vardır. Dünyayı gözler önüne sermenin daha o anda değiştirmek olduğuna inanır. Sartre’ın gerçeği özgürlüğe katkı sağlamaktı. Düşünceleriyle, yazılarıyla ve onların ayrılmaz parçası olan eylemleriyle. Ömrü boyunca yaptığı seçimlerle kanıtlar bunu bize. 

-Simon de Beauvoir’la Sorbonne koridorlarında başlar aşk. Bu ilişki Fransa’nın ahlakçıları tarafından yıllar yıllı rahat bırakılmaz. Çünkü ikisinin de hayatına birçok üçüncü kişi girer. Ama nihai olan onlardır.
-1936 seçimlerinde Fransa’da kadınların oy hakkı yoktur. Bu durumda Sartre da oy kullanmaz.
-2. Dünya Savaşı’nda Sartre askere alınır. Nazilere tutsak düşer. Ama orada da yazmayı sürdürür.
-Savaş devam ederken işgal Paris’inde piyesi sahnelenir. Salonda çınlayan özgürlük kelimesi anında sokaklara yayılır. Kimsenin aklında direniş düşüncesinin olmadığı bir dönemde ilk yeraltı örgütlerinden birini kurar. 
-Nazilerle işbirliği yapanlara af isteyen dilekçelere imza koymaz.
-1952’de Soğuk Savaşa karşı manifestoya imza atar.
-Rosenborg çiftinin idam eden ABD’ye karşı kampanya başlatır. “Öldürülen masum insanlar, bütün dünyanın davasıdır,” der.
-SSCB’nin Çek ve Macar halkına karşı yürüttüğü politikaların karşısında yer alır. 
-Fransız ordusunun karşısına geçip, Cezayir halkının yanında yer alır. Cezayir’deki Fransız askerlerine itaatsizlik önerir. Birçoklarına göre düpedüz vatan hainliği çağrısıdır, Sartre’ın yaptığı.
-1964 Nobel edebiyat ödülünü geri çevirir. Böylece tarihte ilk defa biri kendi özgür iradesiyle Nobel’i ve yüklü miktardaki para ödülünü kabul etmemiş olur.
-Uzun yıllar boyunca Vietnam savaşına karşı çıkanların sözcüsü olur. Savaş suçlularını kınamak için kurulan Russel mahkemesine katılır. 
-1968’de tüm dünyayı saran öğrenci hareketine destek verir. Küresel isyanın en sadık aydını seçilir. Mitinglere katılır, konuşmalar yapar, yazılar yazar.
-1970’li yıllarda kürtajın hala yasak olduğu Fransa’da istenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasını savunur. Her yıl binlerce yasa dışı kürtaj yapıldığı gerçeğini manşetlere taşır. 

Sartre özgürlüğü yaymayı amaçlayan tüm bu seçimlerinin bedelini de öder. Tehdit mektuplarının ardı arkası kesilmez. Bazılarının içinden insan dışkısı çıkar. Gittiği yerlerde tacizlere maruz kalır. Evinde ve işyerinde defalarca bombalar patlar. Sartre kurşuna dizilsin kampanyaları başlatılır. Basın onu yerden yere vurur. Eserlerini aşağılarlar. Çirkinliğiyle dalga geçerler. Cinsel performansı hakkında dedikodular çıkartırlar. Ahlak bozguncusu ilan edilir. Ama o muhalif ve militan kimliğinden taviz vermez. “Bağlanmaya” devam eder. Tarihin gidişatını yorumlarken o gidişata etki edebildiğinin bilincindedir. Varoluşun hazzını tadar. Tüm dünyadan aydınlar onun ağzının içine bakarlar. Savaş başladı, Sartre ne diyecek. İdamlar oldu, Sartre ne diyecek. İşgallere karşı Sartre ne diyecek. Beklemediği bir şekilde şöhret olmuştur. Gerçek bir şöhret. Bir filozof için Sokrates’ten beri görülmemiş bir durumdur. Dönemin film yıldızlarıyla kıyaslanabilir sadece.

Onun felsefesi her şeyin içine sirayet edebilme kabiliyetine sahiptir. Mesela edebiyata. Varoluşçu romanlar yazılır durmaksızın. Tiyatro sahnelerinde oyunlar oynanır. Ama asıl önemlisi sokağa iner varoluş. Kahveleri doldurur. Üniversite kantinlerini sarsar. Kendini varoluşçu diye tanımlayan insanlar dolaşır dört bir yanda. Marx’tan beri ilk defa bir filozof sokağı ele geçirmiştir.

 

 

.

Sadece bir Sartre vardır. Yazar, düşünür ve eylemcidir o. Ama sadece bir Sartre vardır. Tüm seçimleriyle, tüm eylemleriyle durmaksızın kendini oluşturur. Taraf tutmanın zorunlu olduğu bir çağda yaşamıştır hep. İşgal Fransa’sında. Soğuk savaş Avrupa’sında. Vietnam’ın yerle bir edildiği, Cezayir’in kapana kıstırıldığı bir dünyada. O, her zaman taraf tutmuştur. Çağının adamıdır. 21. yüzyılda Sartre’a gerek var mıdır? Kitlelere yol gösterecek bir filozofa. Tüketim kapitalizmi çağında son kullanma tarihi geçmiş bir söz gibi duruyor, filozof. Aslında çağın paradoksudur bu durum. Ütopyalar bittiği için mi filozoflar ölmüştür, filozoflar öldüğü için mi ütopyalar bitmiştir. Ama belirleyici soru şudur: 

Sartre hayatta olsaydı postmodernizm bu kadar karanlık olabilir miydi?