Yaban Üzerine

Ahmet Celal…
Hayatımda en imrendiğim adamdır kendileri. Deli gibi kıskandığım da olmuştur onu. Nefret ettiğimde. Bazen suratının ortasına bir tane çakmak istemişimdir. Bazen omuzlarıma alıp taşımak. 
Ahmet Celal kim mi?
Yakup Kadri’nin Yaban romanındaki garip adam.
Tek kolu yok herifin biri!
Her şeyden en başta da kendinden kaçmaya çalışan ve bunu bir türlü başaramayan zavallının teki.
Kurtuluş savaşının en çetrefilli günlerinde kendini Porsuk çayı yakınlarında bir Anadolu köyüne hapseden gönüllü mahkum.
Yabancısı olduğu bir yaşamın içine gömülerek kendi geçmişinden kurtulmaya çalışan bir korkak.
Yaptığı bu kaçışı, “intiharların en şuurlusu” diye tarif eden bir kahraman.
Gönlü Ankara hükümetinin bağımsızlık mücadelesiyle çarpan bir kuvvacı…

Paşa oğlu Ahmet Celal’in çocukluğu İstanbul konaklarında geçer. Osmanlının 1912 Balkan savaşlarıyla başlayıp Cihan harbiyle devam eden o zor günlerine subay olarak tanıklık eder. Ama tüm yaşamını altüst eden olay 1915 yılında Çanakkale’de yaşanır. Tek kolunu cephede bırakır. Vücudunun kolsuz tarafına ilk başlarda kişiliğinin vitrini muamelesi yapar. Her girdiği ortamda ilk önce olmayan kolunu sergilemeye çalışır. Bu hareketiyle, “Bakın, ben sizi korumak için tek kolumu feda ettim” demektedir. Ama sonraları anlar ki, kolsuzluğu kimsenin umurunda bile değildir. Gururlanmayı bir kenara bırakır ve kendi gerçekleriyle yüzleşmek zorunda kalır. Ülkesinin tam ortasında yanan ateşi söndürmek için kova kova su taşımak gerekmektedir. Ama bedeni eksiktir. Yetersizdir.

Umut tükenince kaçış başlar. Ahmet Celal için kaçış (bir başka deyişle yok oluş) emir eri Mehmet Ali’nin köyüdür:

“Dünyadan elini eteğini çekmiş bir kimse için Anadolu’nun bu ücra köşesinden daha uygun neresi bulunabilir? Ben burada diri diri bir mezara gömülmüş gibiyim. Hiçbir intihar bu kadar şuurlu, bu kadar iradeli ve bu kadar sürekli ve çetin olmamıştır. Daha otuz beşimize basmadan her şeyin bittiğini, işin tamam olduğunu; aşkın, arzunun, ümit ve ihtirasın artık bir daha uyanmamak üzere sönüp gittiğini kendi kendime itiraf etmek, bütün mutluluk ve başarı kapılarının kapandığını söylemek ve gelip, burada bir ağaç gibi yavaş yavaş kurumaya mahkum olmak. Böyle mi olacaktı? Böyle mi sanmıştım? Lakin, işte böyle oldu ve böyle olması lazımdı.”

Köye ilk vardıkları gece, Mehmet Ali’nin “aha işte bizim köy” diyerek gösterdiği karanlığın içinde Ahmet Celal hiçbir şey seçememiştir. Sadece köpek havlamalarının ve tezek kokularının geldiği yere doğru ilerler. Gerdek odasına adım atan genç bir kız gibi ürkek adımlarla girmiştir köy evinin avlusuna. Korkak, endişeli, utangaç ve yaptığı eylemin doğru olup olmadığını düşünerek. Mehmet Ali’nin evinde o bildik asker karşılaması sevinci yaşanmamıştır. Mehmet Ali tarladan eve dönmüşçesine anası ve kardeşi tepkisizce onu içeri buyur etmişlerdir. Oysa yıllarca süren çetin bir savaşın, üstelik mağlup olmuş tarafın bir askeridir Mehmet Ali. Başka bir deyişle eve dönmesi büyük bir mucizedir. Ahmet Celal gördükleri karşında, “Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur. Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı? Keşfetmek mümkün değildir.” diye yazar.

Bozkır ortasında binlerce yıldır değişime direnerek yaşamıştır bu köy. Daha doğru bir anlatımla hiçbir toplumsal değişimin zorlamasıyla karşılaşılmamıştır. Yani değişmeme, toplumsal bir direncin etkisiyle değil aynı nehre iki kere girilmez diyen filozofu yalanlarcasına gerçekleşmiştir. Ahmet Cemal bir yabandır burada. Yabandır çünkü her gün tıraş oluyordur, sabah akşam dişlerini fırçalıyordur, bütün gece boyunca kitap okuyordur. İnsanların taş ve toprak kovuklar içinde yaşadıkları bu yerde düşünmek ayıp gelir ona. En çok canın sıkan konuysa Türk köylüsünün yaşanan bağımsızlık mücadelesinden bihaber olmasıdır. Köyün aydınları(!), yani çat pat okuma yazma bilenler bile, Mustafa Kemal’in bir eşkıya olduğu görüşünde birleşmiştir. Köylüler, düşmanın sadece İzmir civarında kalma niyeti olduğuna ama Mustafa Kemal teslim olmayınca Ankara’ya doğru ilerlediklerine inanıyorlardır. Ahmet Celal köydeki en hüzünlü saatlerini, hevesle düşmanın işgalci ve yağmacı olduğunu anlatmaya çalıştığı bir sırada Mehmet Ali’nin “Beyim, Allah vere de, bizi tekrar askere almasalar” diye lafa girdiği an yaşamıştır.

Gazete Ahmet Celalin aldığı en güzel hediyedir. Birkaç gün öncesinin gazetelerini bulduğu zaman keyfine diyecek olmaz. Çünkü bu kağıt parçaları cepheden haber alabileceği tek kaynaktır. Savaştan birkaç kilometre ötede ve bazen top seslerinin duyulduğu bir ortamda yaşamak gerçekten zordur. Tarih yazılırken ona bir harf koyamamak ne kadar acıdır! Ankara’dan gelen askerler Ahmet Celal için birer sadık dosttur. Onlara Mustafa Kemal’i sorar. Sesi nasıldı? Umutlu muydu? Yoksa, yoksa yılgın mıydı? Boyu, kilosu ne kadardı? Bazen de cepheye erzak ve silah taşıyan kağnı konvoylarını görür Ahmet Celal. Ne destansı, ne heycan verici bir manzara! Kağnılarla bütünleşmiş bu yarı aç yarı çıplak insanlar “mitolojik hayvanlar” gibidirler. 

Ya Yunanlılar köye gelip de beni öldürmezlerse diye düşünür ara sıra. Daha doğrusu öldürmeye değer bulmazlarsa. Ahmet Celal için hayatının en aşağılayıcı hatırası olurdu bu. Önemsenmemek. 

Köylülerin dünyasında zaman ve mekan kavramı hepten altüst olmuştur. Einstein’ın çağdaşı olmalarıyla alakası yoktur bu durumun! Onlar için “dee şuracıkta”nın anlamı beş altı saatlik bir yürüyüştür. İstanbul’da en uzun yürüyüşünü tahminen Taksimden aşağıya inip Galata köprüsünden geçerek, Babaali’ye kadar yapmış olan Ahmet Celal için “dee şuracıkta” lafı ne ifade edebilir ki? Toprakla uğraşmak gerçekten zor bir iştir. Köylüler o kadar çalışkanlardır ki böyle bir fiziksel kuvveti tarif etmek imkansızdır. Yaptıkları ağır işlere karşın yüzlerinde ve bedenlerinde herhangi bir yorgunluk belirtisi, bir yılgınlık işareti görülmez. Onlardaki bu iş disiplini, kariyer kaygısından çok yaşama içgüdüsüyle açıklanabilir.

Peki ya şu Şeyh Yusuf Efendi’ye ne demeli. Arada sırada köye uğrayan Şeyh güçlü nefesiyle köydeki hastaları okuyup üfler. Ve daha sonra köylülerin kendisine verdiği hediyeleri eşeğine yükleyip gider. Ahmet Celal ise köylülerin Şeyhe gösterdiği garip saygıya hayret eder. Batıl inanç ne çetin bir düşmandır! Böylesine bir karanlığa karşı kullanılacak silah nasıl olmalıdır? İşe, Şeyhi köye geldiğine pişman etmekle başlar. Bir de ağalar var tabi. Ortaçağın hala kapanmadığı bu topraklarda köylünün hasatına haksız bir şekilde el koyan Salih ağa ve diğerleri. Ahmet Celal şeyhle uğraştığı gibi ağa ile de uğraşır. Her ikisi de yabanın gazabına uğrarlar. Yine de suçlar kendini. Sorumluluğu üstüne alır. Aynı zamanda suçu herkese dağıtır. Ve en sarsıcı itirafını yapar:

“Kabahat, benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş senindir. Sen ve ben onları yüzyıllardır bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşama zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içerisinde, ruhları her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.”

Ve Aşk
Ahmet Celal’in köye gelişinin yedinci ayında mahrumiyetlerin en dayanılmazı başlamıştır. Kadınsızlık! Ahmet Celal’in köyde gördüğü kadınlara kadın denilebilir mi? Onlar daha çok insansı bir yaratığın dişi üyeleri gibidir. Erekte herhangi bir cinsel heyecan uyandırabilecek bir kıvrımları, yumuşaklıkları veya bakışları yoktur. Zaten “tek kollu yaban”ı gördükleri vakit anlaşılmaz bir ürkeklikle yollarını değiştiriyorlardır.

“Kuşlar nasıl sevişir? Kediler nasıl sevişir? Biliyorum. Lakin, bu köy halkının nasıl seviştiklerini tahmin edemiyorum. Bizim gibi göz göze bakışırlar mı? El ele tutuşurlar mı? Dudak dudağa gelirler mi? Okşayışları nasıldır? Kalbin bir süt çanağı gibi kabarıp taştığı dakikada, ağızlarından çıkan sesin anlamı ve ahengi nedir?”

Artık dayanacak gücü kalmamıştır Ahmet Celal’in. Yürümek ister hiç durmadan. Tepeler, vadiler aşıp yürümeye devam etse İstanbul’a ulaşabilir mi? İstanbul’dan ayrı kalan her İstanbullu gibi o da şehrini düşünür. İşgal altındaki şehrini. Saatlerce yürüdükten sonra bir dere kıyısında Emine ile göz göze gelir. İnsanca tüm duyguları unutturan bu çetin tabiatın içersinde böylesine bir yüz! Büsbütün başka bir adam olmuştu artık. Hayata dair tüm umutsuzlukları ötelenmiştir. Çünkü aşık olmuştur! “Nereye gitti o adam ne oldu? eriyip gidiverdi mi? Ve onun yerine gelen bu adam kimdir? Nedir?” der kendi kendine.

Kadın! Gerçekten doğanın yarattığı en güzel varlık mı? Onun bedeni bir sanat harikası mı? Yoksa erkeğin şehveti mi kadını böylesine yücelten? İç güdüleri mi? Ahmet Celal’in “çiftleşme mevsiminde muhtelif krizlere düşen bazı hayvanlardan farksızım” itirafı bu gizemi açıklar aslında. Ahmet Celal, Emine’ye aşık olabilir mi ki? Odasında Sokrates’in büstü olan bir adam, okuma yazma bile bilmeyen bir kıza aşık olabilir mi? Emine’nin İstanbul kızlarından bir farkı var mıdır? Varsa da yorganın altında çırılçıplak kaldığında bu fark ne ifade edebilir?

Emine’nin Mehmet Ali’nin bir cüceye benzeyen 15 yaşındaki kardeşiyle evleneceği haberi Ahmet Celal için tam bir yıkım olur. Ama pes etmeye niyeti yoktur. İsmail ile rekabete hazırdır. Aslında İsmail ile aynı kızı sevmek… Ne komik bir hadisedir. Ama yine de hayaller kurmaktan vazgeçmez: 
“Emine İsmail’den vazgeçip benim olsa, onu önce bir iyi yıkardım. Sonra vücudunun bütün çizgilerini bozan o kat kat esvaplarını çıkarıp şu ocakta yakardım. Alamod bir İstanbul kızı haline sokmak için mi? Hayır hayır…”
“Ben o yabana varmam.”

Bu cümle Emine’nin ağzından çıkan sözcüklerden mi meydana gelmişti. Bir köylü kızı tarafından reddedilmek. Üstelik bu yarışı daha çocuk olan İsmail’e karşı kaybetmek… İntihar edilen an bu an mıdır?

Ahmet Celal’in kaçıncı kabusudur bu; uyandığı zaman gerçeğe dönüşen. Ve bir gün Anadolu’nun karnında Yunan askerleri görünür…